top of page

SİHİRLİ SİLÜETLER

Bilge bir deklanşörle ve gönlü gani bir mercekle aşk hayatı yaşamak, her görkemli tarihî kentin doğal hakkıdır. İstanbul, elbette, öyle bir uygarlıklar metropolisidir. Tevfik Fikret, ona “bin kocadan arta kalan bive-i bâkir” diye “el değmemiş bir dul” gibi yanlış bir kimlik tanıdı ama, yüzyıllar boyunca ressamlar, minyatür tasvircileri ve gravürcüler, 19. yüzyıldan sonra da fotoğraf sanatçıları, onun güzelliklerini ve güçlü kültürel değerlerini ele güne göstermek uğrunda, bazen romantik özlemlerle, bazen akılcı bir gerçekçilikle çaba verdiler.

Fotoğraf sihirbazı Halim Kulaksız, sanatının ilk döneminde objeleri, peyzajları, yüzleri, çiçekleri derinlemesine, içselleştirerek çerçevelere taşıyordu. Ben Halim Kulaksız’la ve sanatıyla 1971’de tanıştım. İlk sergisini açmak bana kısmet oldu o yıl. Kültür Bakanı olarak açtığım ilk sergiydi – önemsediğim bir onurdu bu: Zarif bir sanatçının kendi içine sindirdiği ve beşerî boyutlara sığdırdığı yoğun güzellikler sergisini açmak, bir övünç kaynağıydı.

 

Açılışta, birlikte resimlerimiz çekilmiş: İkimiz de ne kadar gençmişiz. Sayın Kulaksız’ı da, yeni fotoğraflarını da, nerdeyse 40 yıl aradan sonra gördüm. Bu müstesna sanatçı, olağanüstü bir atılımla, İstanbul’un geniş ufuklarına, hem de eşsiz bir sentez oluşturmuş tarihî panoramasına yönelmişti. Elinizdeki büyüleyici eser, kültür hattı bâlâsının başyapıtıdır.

 

Ülkemizde pek az – ve belki de ilk olarak – kullanılan bir foto tekniğiyle – Halim Kulaksız mümkün olan en geniş açıdan İstanbul’un görkemini resmetmiştir.

Dar perspektiflerden değil, kuş bakışı değil, alabildiğine kapsayıcı, tarihle sarmaşdolaş, kültür ve mimarinin güçlü senteziyle içli dışlı, yaratıcı bir saptama yöntemidir bu.

 

İstanbul’un ufuk çizgileri yüzyılların armağanlarını – ki bunların pek çoğu birer şaheserdir – eşit haysiyet içinde yan yana sergilemektedir. Huzur ve huşu kadar cevvaliyet ve coşku veren bu manzaralar Halim Kulaksız’ın objektifinden güç alıyor. Gözümüzün önüne serdiği silüetler, olağanüstü bir doğa ve uygarlıklar yaşantısıdır.  

 

Boğazın ve Haliç’in girişindeki Kızkulesinden çepeçevre baktığınızda kaç değişik çağın ve kültürün birleşik panoramasını izlersiniz: Üzerinizden, güzel İo’yu kovalayan Zeus’un uçtuğunu hissedersiniz. Birkaç yüz metre ötede Bizans’ın İstanbul’u yarattığı doğum noktası vardır – sonradan Topkapı Sarayı’nın kurulduğu yer... Ayasofya, Sultanahmet, Yenicami, daha ilerde Süleymaniye, Beyazıt Kulesi, Çemberlitaş, Dikilitaş, Galata Köprüsü – Eski Yunan, Bizans, Osmanlı, Eski Mısr ve bugün bir arada – Ve sonra Cenevizlilerin Galata Kulesi, son Osmanlıların Dolmabahçe Sarayı, Dârâ’nın üstüne teknelerden ve savaş gemilerinden “köprü” kurduğu Boğaz, ilerisinde Fatih Sultan Mehmet’in Rumelihisarı, son on yılların ultra-modern Boğaz köprüleri, onbinlerin konakladığı (Osmanlı’nın manevileştirdiği) Üsküdar, dünya kışlalarının en güzeli Selimiye, hastabakıcılığın yaratıcısı Florence Nightingale’in hastanesi, garların övüncü Haydarpaşa... Gözün gücünü kucaklayan bir sihir şehri...

 

İstanbul’un ufukları her mevsimde, her saatte ayrı güzeldir. Halim Kulaksız, kentler kenti’nin şafağını, günbatışını, pırıltılarını, karanlığını, göğünü ve gökdelenlerini sonsuza taşıyor. Ufuk çizgisinin renkleri, musikisi, şiiri hep bir arada. Bir tarih, kültür, mimari, sanat şöleni bu.

 

Talât S. Halman

2009

bottom of page